Kompozisyon Yarışması

01.04.2023 | Etkinlikler

01. 04.  2023
Kompozisyon Yarışması

Cumhuriyetimizin 100.yılında
‘Özlediğimiz yeni bir Türkiye için Cumhuriyetimizin 100.yılı’ konulu kompozisyon yarışmamızın sonucunda yarışmaya katılan 45 öğrencinin kompozisyonları jüri tarafından değerlendirip en başarılı 10 kompozisyonu yazan öğrencilerimiz laptop ile ödüllendirildiler. Ayrıca 1 öğrencimiz de’ Jüri özel ödülü’ nü almaya hak kazandı.

 

1.Gözümden Öpme Ayrılıktır Derdin; Öpmedim Ayrılmadık mı?

Makbule

Ben böyle taşların

Çukurların içinde

Kalmışsam, yalnızsam

Hor görülmüşsem

Arkasızsam

Ve

Böyleyse bahtı siyahım

Yemin kasem olsun

Ve ant olsun

Şart olsun

Yerde kalmaz ahım.

                                 Enver Gökçe

                                             

Dolanıyorum. Zihnimin içinde altın işlemeli kapılar arasında usulca dolanıyorum. Kapılardan giriyor,  kapılara çıkıyorum. Bazılarına göz ucuyla bakıyorum, bazısına kulak dayıyorum. İlerliyorum. Her odada insanlar var. Simalarına aşinayım. Alışık olduğum hatta ezbere bildiğim sesler duyuyorum. 

Sesler yükseliyor.

 Sesler alçalıyor.

Sesler hep var.

Bense bir hayalet gibiyim. Beşik konuşuyor. Emzik konuşuyor. Ksilofon konuşuyor. Ben izliyor, ben susuyorum. Bu gösteride bana tek replik dahi verilmemiş. Sahnede olduğum tek bir an- mimik yok. Bir bebek ağlıyor, emzik oluyorum. Bir çocuk üşüyor, soba oluyorum. Gece oluyor, gündüz oluyorum. Doğum oluyor, ölüm oluyorum. Birden dünyanın tüm yükünü sırtlıyorum. Belim ağrıyor, bükülmüyorum. Ayağım takılıyor, düşmüyorum. 

Ya Tanrıyım ya şeytan, bilmiyorum. 

Bu gece üzerimizi kolonlarımız ve duvar tuğlalarımız örtüyor. Biraz soğuk, ağır ve sert. Yetmezmiş gibi üzerimize sela okuyorlar.  Hiç bu kadar huzursuz uyumadık. 

Bu gece üzerimizde taş var toprak var, battaniye yok. Güzel annemin güzel sesinden dinlediğim ninni yok, sela var. Toprağı ölen insanların üzerilerine atarlar üşümesinler diye, biz de mi ölüyüz? Ama nasıl nefes alıyorum? Ölüler de mi nefes alırmış yoksa? Asırlardır can veriyoruz gibi hissediyorum. Gözlerim çürüyor. Kolum, başım, elim, sırtım derken mosmor kalıyorum.

Neden öldük? 

Ben çok küçüğüm henüz. Annem beni okula gönderecekti. Daha yarın parka gidecektik. Konuşmayı bile bilmem ben. Melekler beni almaya geldiğinde ne derim onlara. Ya gitmek istemediğimi anlamazlarsa? Ya ağlayamayışımı gitmek istiyora yorarlarsa? Sahi neden ağlayamıyorum. Gözlerim kapalı iken ağlayabilir miyim? Nefes alamıyorken ağlayabilir miyim? 

Gitmek istemiyorum. Annem beni çok özler. Annem çok ağlar. Yalnız da gitmiyorum, kardeşim de yanımda. Annem ne biçim anne? Gitmemize neden izin veriyor? Çok kızacağım ona, onu görürsem. Her zaman oyunlar oynadığım ve arada sırada şakalarına gülümsediğim melek arkadaşlarımla tekrar karşılaşıyorum. Yine gülümsüyorlar ama bu defa aceleleri var. Gidiyoruz diyorlar. Başka arkadaş daha getireceklerini söylediler bana. Bizler de artık melek olmuşuz, öyle diyorlar. Papatyadan birer taç konduruyorlar başucumuza. 

Beni götürmelerine izin veriyorum, gücüm yok. Yumuşacık kanatlar üzerinde uçuyorum. Anne ve babamı görüyorum, zorla duruyorlar ayakta. El sallıyorlar, gülümseme yok. Gözlerinden akmıyor bazı acılar. Annem, biz bir yıldız olup gökyüzünde parlayıp kaybolana kadar gözünü kırpmıyor. Sevdiklerimi görüyorum son kez. Oracıkta kalmışız; ayağa kalkamamışız; bağırmışız duyuramamışız; ağlayamamışız; aslında hiç orada olmamışız; bir bardak su dahi yokmuş, yaşayamamışız. Biz daha çocuğuz, annemin kanından, sevinç ve acı çığlıklarından doğmuşuz biz. Biz bir çocuğuz, kaybettiğimiz hayatımızı annemizin ağıtlarında bulmak zorundayız biz. Biz ne suç işledik de bedenimiz böyle mor, bedenimiz böyle kana bulanmışken ve gecenin 4’ü,  Şubat’ın başı iken can verdik annemizin yüreğinin tam üzerinde?  Biz ne suç işledik de katillerimiz geziveriyor cansız bedenlerimizin üzerinde pislikçe? Biz ne suç işledik de koca bir halk yok oldu, tek bir yürek diyemedi sorumlusu benimdir diye? 

Biz suç işlemedik. 

Le Lisbonne şiirinden birkaç satır araklayarak bitirmek istiyorum bu yazıyı:

Lisbon yerle bir şimdi. Oysa Paris’te dans ediyorlar. Huzurlu seyirciler, gözü pek ruhlar. Enkazını seyrederek ölen kardeşlerimiz. Araştırasınız nedenlerini. Oysa siz de aldığınızda düşman kaderin darbelerini, daha insancıl dökersiniz gözyaşlarınızı bizim gibi.

06.02.2023 Kahramanmaraş merkezli depremde hayatını kaybeden yeğenlerim Elanur Sabancı ve Yiğit Ali Sabancı anısına yazılmıştır. Beni izlediğiniz yerden gözlerinizden öpüyorum. Teyzeniz sizi çok özlüyor meleklerim.

 

2.Elli Dakika

Rabia

‘İrtifa kaybediyoruz!’ Güç göstergeleri alarm vermeye başlamıştı. Asya dümene asıldı. ‘Bölgenin koordinat bilgisini güncelleyelim, hasar almadan iniş yapabiliriz.’…

Rüzgâr önündeki büyükçe, yeşil ekrandan gözünü ayırmadan bir sürü tuşa bastı. ’İşte, geriye kalan meteor lokasyonları! Rotamızda iki tane tespit edildi.’ Güç ibresinin hareketine gözü kayan Asya’nın alnında ter damlacıkları oluşmuş, bütün vücudu kasılmıştı. Var gücü ve dikkatiyle tarama ekranına baktı. Yuvarlak kırmızı ve mavi butonlara basıp dümenini sağa kırdı. ’Bir tanesini atlattık.’ diye bağırdı Rüzgâr. Asya’nın yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluştu. ‘Hadi, az kaldı. Biraz daha dayan.’ diye fısıldadı gemisine. Birkaç dakika sonra ekranları bir anda kapandı, önlerine itinayla serili olan tuşların ışıkları söndü. Ardından patlar gibi bir sesle sallandılar. Geminin sol alt kanadı büyük hasar almıştı. Korku içinde birbirlerine baktılar. Rüzgâr, Asya’ya ‘Başarabilirsin.’ dedi güven dolu ama endişeli gözlerle. Asya dümene daha sıkı tutunup birkaç kolu çevirdi. Gözlerini kapattı. Artan basınca ve ivmeye rağmen gemiyi güvenle indirmeyi başarmışlardı.

Phoenix’e baktı. Ne kadar güzelsin diye geçirdi içinden. Mosmor, parıltılı bir gökyüzünün altında fildişi rengi kumdan bir zemin uzanıyordu. Kızıl ve mavi görkemli bitkiler bu göğe doğru spiraller çizerek hayat veriyordu adeta Phoenix’e.

Biraz yürüdükten sonra örnekler toplayacakları yere ulaşıp güzel gezegenin görkemli ağacından ve kumundan parçalar aldılar.

‘Bu gezegenin gizemini sen de duymuşsundur. Ben… Ben denemek istiyorum.’

Rüzgâr şaşkın gözlerle bakıp ‘Çok riskli, hem gerçekten mümkün mü, bilmiyoruz.’ dedi.

‘Biliyorum. Ama deneyeceğim. Topladığımız örnekleri gemiye götür ve radyoyu çalıştırıp istasyona haber ver. Gemide buluşuruz.’ diyerek ayrıldı. Bitkili alanı geçip güneye doğru yürüdü. Ta ki; su kaynağını bulana kadar. Phoenix’in suyunu…

Çantasından üzerinde özel işleme olan çelikten bir dolma kalem çıkardı. O daha çok küçükken, ailesi tarafından ona verilmiş ve çok önemli olduğu söylenmişti. Şimdi kimse kalmamıştı. Kaleme dair tek ipucu, anneanne olarak bildiği ama hiç tanımadığı bir kadının kalemle olan fotoğrafıydı.

Bir eliyle gizemli nesneyi sıkıca kavrarken diğer eliyle biraz su aldı ve içti. Biraz bekledi ama hiçbir şey olmadı. Gemiye doğru yola koyulmaya karar vermişken bir anda su damlacıkları saçıldı, kumlar savruldu ve mor gök yarıldı.

Gaz lambasının aydınlattığı küçük bir odaya uyandı. Daha önce görmediği türde eşyalarla donatılmış bu oda oldukça sadeydi. Lambanın başucunda uzun elbiseli, bukleleri omuzundaki şalından aşağıya uzanan genç bir kadın gördü. Masasına gömülmüş, bir şeyler yazmakla meşguldü. Göz göze geldiklerinde kadın çığlığı basmamak için ağzını kapattı. ‘Kimsin sen, nasıl girdin buraya?’

Asya hemen ayağa kalkıp kadına yaklaştı. Dingin bir tonla ‘Zarar verme niyetinde değilim, gerçekten.’ dedi. Başına gelenleri kadına anlattı. ‘Vallahi sen ya delisin ya da bu cihanın sonu geliyor.’ dese de genç kadın, kendisinden zarar gelmeyeceğini hissetmişti içten içe.

Bilmediği bir dilde yazılarla dolu kağıtlar gördü. ‘Sen yazar mısın?’ Genç kadın kıkırdadı. ‘Çıldırdın herhalde, şu halimi görmüyor musun? Benim yazdıklarımı kim yayınlar, kim okur? Bu evin küçük kızıyım, adım Süreyya.’

‘Memnun oldum Süreyya ama halinde ne varmış anlamadım.’ Bu yabancı kadının anlamazdan gelişine hayıflandı. ‘Kadınım ben, yakışık almaz. Babam da izin vermez zaten. Bu kağıtları görürlerse mahvolurum. Hem… Hem bir gün çocuklarımın annesi olacağım, beyimi memnun edeceğim, evimi çekip çevireceğim. Daha mühim vazifelerim olacak yani. Hatta yarın görücü gelecek.’

‘Görücü mü?’ diye bağırdı Asya. Genç kadının gözleri faltaşı gibi açıldı ‘Şşşt, sessiz ol duyacaklar bizi.’ ‘Dışarıda konuşalım o zaman, dolaşmış da oluruz.’ Süreyya bu kadının sınır tanımazlığından usanmıştı artık. ‘Bu vakitte çıkılır mı hiç kadın başımıza. Zira akşam ezanı çoktan okundu.’

Asya gördüğü yazı tipini şimdi hatırlamıştı, cumhuriyet öncesi dönemden, eski yazı denilendendi …

Dışarı çıkamazdı. Geleceğini seçemezdi. Yazamazdı. Ne düşünmeye ne de karar almaya izni vardı. Yüzyıllardır kurulu olan düzende ona biçilen rolü oynuyordu. Düzeni de rolünü de seçmemişti. O sadece Süreyya olarak doğmuştu.

Bir sesleniş duyuldu. ‘Süreyyaaa! Nerede kaldın? Şerbeti hazırlayacaksın daha, konuklara yüzümüzü eğdirtme. Sallanmadan gel çabuk.’

Genç kadın telaşlı telaşlı ‘Gitmem gerek.’ dedi. ‘Süreyya dur! Bekle-’ Su damlacıkları saçıldı, kumlar savruldu, mor gök yarıldı.

Küçük bir kır evinin bahçesindeydi Asya. Kiraz ağaçları yeni çiçek açmış, bembeyaz donatmıştı her yanı. Yalnız bir tanesi sessiz gözyaşlarıyla sulanıyordu. Elleriyle çığlıklarına engel olmaya çalışan küçücük bir kız çocuğunun gözyaşlarıyla… Sakince yanına gidip sordu. ‘Neden ağlıyorsun?’…  Kız ellerini indirip yabancıya baktı. Ardından işaret parmağını eve doğrulttu.

Asya pencereye doğru yaklaştı, bağrışma seslerini duydu. Kalın bir erkek sesi ‘Sen burnunu sokma bu işe! Mektebe gönderelim de hafifmeşrep mi olsun, daha neler. Raif Efendi iyi bakacak ona. Borcumuz harcımız da kalmayacak işte. Sen ne anlarsın be kadın!’ diyordu. Ardından narin, ağlamaklı bir ses ‘O daha çok küçük, çok küçük, çok…’ diye karşı çıkıyordu. Asya’nın içi ürperdi. Sesin sahibini tanımıştı. Gaz lambasının ışığında gizlice yazı yazmakla uğraşan o genç kadının, Süreyya’nın feryadıydı bu.

Ardından camın kırılma sesi duyuldu. Sıçradığını gören küçük kızın yanına koştu Asya. Sarıldı. ‘İsmin ne senin?’ diye sordu küçüğe. Ürkek bir tonlamayla karşılık verdi, ‘Feride.’ ‘Memnun oldum Feride, ben de Asya. Seninle biraz oyun oynayalım olur mu, elimi tutup bana bahçeyi gezdirir misin?’ Küçük kızı seslerden uzaklaştırdı. Bir süre sonra evden öfkesi cüssesine sığmayan bir adamın çıktığını gördü. Hızlı adımlarla uzaklaşıyordu. ‘Şimdi annenin yanına gidelim mi?’ Küçük kız kafasını salladı.

Eski bir divanın üzerine oturan Süreyya’nın gözlerinin feri gitmiş, bedeninden çok ruhu yaşlanmış gibiydi.

Feride annesinin tel tel olmuş saçından, kanayan elinden öptü. Kendince şifasını sundu ona.

Süreyya yabancıya hüzünle gülümsedi.  ‘Çok aciz görünüyorum değil mi? Ağlamaktan başka türlüsünü yapamıyorum. Bu acizliğin hülyasını sen kurdun Süreyya demeyecek misin, böylesine hor görülmek için ne kadar heveslendin o gece? Ben yaptım tabii. Küçücük evladımı gelin etmeye, onurumun çiğnenmesine, canımın yakılmasına o gece nasıl da heves ettim.’

Asya’nın yanağından bir damla süzüldü. Süreyya rolünü fark etmişti. Kendine, bu rolü kabullenişine sitem ediyordu.

‘Hayır, ben aksine bu durumu değiştirebilecek cesarete sahip, güçlü bir kadın görüyorum. Gitmelisin, çok uza-’ Cümlesini tamamlayamadan kapı şiddetli bir şekilde çalındı. Su damlacıkları saçıldı, kumlar savruldu, mor gök yarıldı.

Soğuk bir kış gününe uyandı. Heybetli, beton bir  yapının yanı başındaydı. İçinde üniformalı gençlerin bulunduğu bu yapının okul olduğu anlaşılıyordu. Eve kim geldi, Süreyya’ya ne oldu… düşünmeden edemiyordu Asya. Derken gözleriyle onu buldu ve rahatladığını belirten derin bir iç çekti. Feride büyümüş, lacivert üniforması ve örgülü saçlarıyla hızla merdivenlerden iniyordu.

Yabancının seslenişini duyan Feride’nin yüzü değişti. ‘Sen, sen hiç değişmemişsin. Yaşlanmamışsın.’ Asya bunu duymazdan gelerek ‘O gün ne oldu, nasıl buraya geldin?’ diye sordu.

‘Dayımdı kapıyı çalan. Annem ona her şeyi anlatıp gitmek istediğini söyledi. Az çekmedi ya babamdan. Dayım da tahsilli bir akrabamızla görüşeceğini söyledi, bizi bir süreliğine misafir edebilir mi diye. Haber gelir gelmez annem eşyalarını ve beni alıp yola koyuldu. İzmir’e geldik böylece. Okumanın, yazmanın içinde ukde kaldığını söylerdi hep. Bildiği her şeyi bana öğretti, akrabamızdan yardım isteyerek okula girebilmem için çok uğraştı. “Sen eli kolu, ağzı bağlı yaşamayacaksın derdi.”

Feride gözlerini yere indirip devam etti. ‘Kısa bir süre önce ince hastalıktan vefat etti.’ Asya Süreyya’nın gidişine üzülmüştü ama çabasına hayran kalmıştı.

Bir anda eşi benzeri görülmemiş bir heyecanın ortasında buldu kendisini. Tüm öğretmenler ve öğrenciler bahçeye akın etmişti. Asya bu kalabalıktaki yüzleri belli belirsiz seçebiliyordu. Öğretmenlerden birinin sevinç dolu sesini işitti. ‘İyi ki geldiniz paşam.’ Bu mümkün olabilir miydi? Bu zamansız yolculuk Asya’yı onunla karşılaştırmış olabilir miydi?

Okula dikkatle baktı. İzmir Kız Lisesi… Hatırladı.  1931 yılında gazi burayı ziyaret etmişti.

Yüzlerce yıl, gazinin adını hiç eskitememişti. Asya büyürken onun fikirlerinden, devrimlerinden beslenmişti. Her 29 Ekim’de geride bıraktığı esere hayran kalmış, her 10 Kasım’da hiç görmediği, tanımadığı bu adamın ölümüne üzülmüştü. Kalabalığın içinden sıyrılmaya çalıştı. İşte… Oradaydı. Tüm asaletiyle, bilgeliğiyle, ışığıyla sapasağlam duruşuyla oradaydı. Öğrencilere veda ediyordu. Ona yetişmek istedi ama yapamadı. Sanki içinde bir şeyler sıkışmış, dizleri düğümlenmişti.

Su damlacıkları saçıldı, kumlar savruldu, mor gök yarıldı.

Özenle dizilmiş kitaplar loş ışıklı odanın dört bir yanını sarıyordu. Odanın ortasında, üstünde elektronik aletler ve müsvedde sayfalar duran bir masa vardı. Bir gazete küpürünün başlığına gözü çarptı. ‘İstanbul Sözleşmesi Feshedildi.’

Tam o sırada içeriye yirmili yaşlarının sonlarında albenili bir kadın girdi. Yüzüne bakınca Asya’nın gözleri doldu ama belli etmemeye çalıştı.

‘Buyurun kime bakmıştınız?’ dedi genç kadın. Asya ne diyeceğini bilememişti ama ağzından ‘Çalışmalarınızı büyük ilgiyle takip ediyorum. Bugün üzücü bir haber aldık, vaktiniz varsa sizi dinlemeyi çok isterim.’ sözleri çıktı.

‘Bakın muhabirseniz söylediklerimin çarpıtılarak medyaya yansıtılmasından hiç hoşlanmam. Bilmenizi rica ediyorum.’

Asya başını salladı. ‘Şüpheniz olmasın lütfen.’ Genç kadın masasına geçti ve Asya’yı karşısına davet etti. Derin bir iç çekti. ‘Öfkeliyim, üzüntülüyüm. En çok da kırgınım. Bize bırakılan mirasa sahip çıkamamış gibi hissediyorum.’

Yıllarını tarih çalışmalarına ve yazarlığa adayan genç kadın duraksadı. Boğazı düğümlenmiş gibiydi. ‘Çok şanslı bir toplumuz. Güzel bir yarın inşa etmeye hayatını adayan bir lider geçti bu ülkeden. Herkes onu keşke görebilseydim der ya. Ben diyemiyorum. O koskoca bir devrim yapmış, demokrasiyi getirmiş, biz kadınların özgür ve sağlam bir yarını için çalışmışken… Haklarımızın, özgürlüğümüzün bugün bile tartışılıp çiğnendiğini kabullenişimizi görmesini istemezdim. Bu haber sadece onlardan bir tanesi. İş hayatında bile maaşların cinsiyete göre dağılımından habersiz değilsinizdir. Toplum tarafından yargılanmamız bir yana kendi bedenimiz üzerindeki söz hakkımız da sorgulanıyor. Her yıl çığlıklarını duyduğumuz cinayetler, şiddetler de cabası.’

Asya onu can kulağıyla dinledi. Belki daha yarım saat olmamıştı gaziyi göreli. Canını yakmıştı bu kadının haklı sözleri. ‘Sizi anlıyorum. Ben de üzüntümü tarif edemem. Ama vazgeçemezsiniz, vazgeçemeyiz. Her ne şartta olursak olalım haklarımız ve özgürlüğümüz için sesimizi çıkarmamız gerekiyor. Onun emanetini taşımak bizim görevimiz. Asla ümitsizliğe düşmememiz ve çabalamaya devam etmemiz lazım çünkü… Çünkü her şey düzelecek, içimiz rahat yaşayacağız bir gün. Biliyorum.’

Genç kadının masasındaki dolma kalemi gördü. Artık emindi. ‘Çok münasebetsiz bulmazsanız şu kalemin hikayesini sorabilir miyim?’ Gözleri dolan genç kadın kalemi eline özenle aldı, tebessüm etti. ‘Bu kalem büyük büyük anneme gaziden hediye. İzmir Lisesine ziyareti sırasında yazısını beğendiği öğrenciye, ona hediye etmiş. Ben de özenle muhafaza ettim hep.’

‘Tabii ya, kalemin ilk sahibi Feride olmalı.’ diye alçak sesle sevindi Asya.

‘Ne dediniz? Feride mi? Siz nerden biliyorsunuz bu ismi?’ Ardı ardına sorular soruyordu genç kadın.

Asya ona sarılabilmeyi öyle çok istedi ki. Bir kerecik anneanne diyebilmeyi… Ama yapamadı. Su damlacıkları saçıldı, kumlar savruldu, mor gök yarıldı.

Saatine baktı, elli dakika geçmişti sadece. Dolma kalemini cebine koyup gemiye doğru yola koyuldu. Phoenix’in fildişi kumlarında kadın başına yürüdüğü düşüncesi geçti içinden, gülümsedi.

 

3.Serçe

Ayça

Bir varmış bir yokmuş çok uzak bir ülkede develer pire berberler tellal iken kimsesizler yurdunda müdürlük yapan Tekin Bey ve koca parası yiyen Karı Necla’nın bir kız çocuğu olmuş. Duygularını istediği gibi yaşasın diye değil de kulağa hoş geliyor diye duygu ismini koymuşlar.

Tekin Bey; karısı evinde dursun, yemeğini önüne koysun, ona baksın diye aile kurmuş. Ne eş olmuş ne baba… Arkadaşlarına “Bu karıyı boşamıyorsam bir tek nafaka ödemeyeyim diye” şakalar yapmış. Karısı Necla ise zannedildiği gibi hem kocası Tekin Bey’in parasını hem de başının etini yemiş. Fitne fücur aklına üşüşmezmiş bu kadının. Fitne fücur, bu kadından ders alırmış.

Akrep yelkovanı yelkovan akrebi kovalaya dursun Tekin bey ve Necla’nın arasındaki tartışmalar sıklaşmış, hakaretlerin boyutu sınırı aşalı çok olmuş. Şiddet, artık evin vazgeçilmezi; manipülasyon, evin dümeni olmuş. Tekin Bey karısına verdiği harçlığı kesmiş. Necla kocasının işlerini görmeyi bırakmış. Sonunda Necla, Tekin Beyi kardeşi Davut’a şikâyet etmeye karar vermiş. Davut Beye dert yanarken Duygu kız annesinin ağlamasına dayanamamış karı Necla’nın yanına gelip ona sarılmış. Karı Necla Duygu kızı ittirmiş. Duygu kız hıçkırıklar içinde koşarak odasına gitmiş.

Davut Bey kızın gözyaşlarına dayanamamış Duygu kızın yanına gelmiş. Yatağında yatan Duygu kızın yanına uzanmış. Kızın saçlarını okşamaya başlamış. Duygu kızın hıçkırıkları ilk defa gördüğü sevgi davranışı ile yatışmış. Kızın ağlamaktan şişen kanlanmış gözleri, hastalanmaktan solmuş beyaz teni, ağlama sesleri duyulur da gelir döverler diye ısırmaktan kızaran ve şişen dudaklarını gören Davut Bey “erkekliğine” hakim olamamış. Olamamış ya daha ileri gitmekten de geri durmamış. Duygu kız dayanmayıp acıyla basmış çığlığı. Karı Necla çığlığı duyunca söylene söylene Duygu kızın odasına gelmiş. Kardeşi Davut Bey ile kızının halini gören karı Necla, koymuş çığlığı. Davut Bey kendisini Duygu kızın üzerinden bir ateşle atmış. Sanmış ki bu ateş onu yakıp kavuracak, sanmış ki cehennemde bu ateş ile yanacak.

Kendini yerden yere atan Necla o kadar sinsiymiş ki mahalleli duyup gelmesin diye sesinin tonuna dikkat etmiş. Alelacele Duygu kızı odadan çıkartmış kapıyı da arkasından kapatmış. Yatağa oturup bir elini dizine bir elini başına koyup yere doğru bakarken ağıtlar yakmış. Fitne ve fücur bu karının kafasından geçenleri görünce buna şahit olmamak için kaçmış.

Davut Bey, Necla’nın yanına oturmuş Duygu kızın güzelliğine bin methiye dizip erkekliğine bin şathiye döşemiş. Duygu kızın ne kadar saf ne kadar masum ve güzel olduğundan bahsederken Necla abisinin tam istediği şeyleri söylemesinden memnun başını kaldırmış. “Abiii” demiş sonunda imalı imalı “Duygu kız hakkat güzel değil mi?” Abisi kardeşine katılmış övgü üstüne övgü yağmış. Karı Necla sonunda çıkartmış baklayı ağzından “Abi, bu kız para edecek güzellikte değil mi?” demiş. Abisi önce bir duraksamış sonra kardeşinin hinliğini kavramış. Fitne fücur nasıl kardeş kardeş insan aklıyla oynarsa bunlar da birlikte Duygu kızın hayatıyla oynamış. Bir anlaşma yapmışlar abisi çevresini ayarlamış karı Necla evi ve kızı.

Duygu kız canım acıyor anne demiş. Necla benim seni sevmem için canının acıması lazım demiş. Duygu kız kendimi iyi hissetmiyorum demiş, karı Necla bak seni ne kadar çok seviyorlar bu sevgi seni mutlu etmiyorsa sen değer bilmezin tekisin demiş. Duygu kız ne zaman karşı çıksa Necla ona bir fiske vurmuş. Duygu kız yara bere içinde kalmış. Karı Necla ne derse onu yapmaya mahkum kalmış. Adını sevgi koymuş dayanmış. Hayatını “Bana değer verdiklerini biliyorum ama…” lar ile donatmış. Kız sürekli hastalanmış kimse sebebini anlamamış. Kız o kadar çok hastalanmış ki hiç kimse kızın vücudunda yer alan morlukları sorgulamamış. Her doğum gününde bir yaş artmış ama hayat ondan ikişer ikişer almış.

Bir gün bir adam, Duygu kızın yapmak istemediği şeyleri yapması için zorlarken Tekin Bey eve vaktinden önce gelmiş. Salonda Necla’nın “Gitme Bey” çığlıkları, Duygu kızın odasında acı çığlıkları ve zevk homurtuları… Tekin Bey savurmuş karısını duvara, dalmış kızın odasına. Başından kaynar sular dökülmüş ama aklında tek düşünce benim namusum nerede?

Tekin Bey, Duygu kızın üstündeki adamı almış bir güzel pataklamış. Duygu kız babasına sarılıp ağlamak istemiş. Tam kollarını uzatmış, babası vurmuş kızın suratına. Yetmemiş almış Duygu kızı ayağının altına. Kız ağlamış babası bağırmış. “Namus” demiş “Bunun için yaşarım ben”. Kız acıdan çığlık atmış. Babası namus diye. Kız “Namus ne?” demiş. Babası daha da vurmuş kıza. Kız dayanamamış halının üstünde bayılıp kalmış. Rüyasında, Duygu kızı namus kovalamış erkeklerden oluşan bir yuvarlağın içine atmış. Erkekler arasında itip kakmış kızı. Karı Necla arkadan paraları sayıp basmış kahkahaları.

Duygu kız uyanmış ama keşke uyanmaz olaymış. Duygu kız Tekin Bey’den “Madem gitti elden namus bir de biz bakalım tadına.” laflarını işitince ölmek istemiş. Diğer erkelerin kendisine yaptıklarını babası yaptıkça ölmüş de. İçinden büsbütün kalbi sökülmüş. Ağlamaktan deniz olmuş gözleri. Duygu kız bir peri annesi olsun istemiş. Sonra anne kavramından nefret etmiş. Kanatlanıp uçmak istemiş, minik bir serçe olup kanat açmış maviliklere.

Duygu kız bu sefer uyanamamış. O kansızlar yaptıkları ile kalmış. Gökten 3 değil 2 elma düşmüş bu sefer 3. elma düşecek iyi insan bulamadığı için dalında kalıp çürümeye yüz tutmuş.

 

4.Bir Asırda Neler Değişti?

Aycan

Bir Asırda Neler Değişti?

Uyandım, gözümü açabilmek için telefonu elime aldım; her sabah gelen postaları kontrol eder, mesajları yanıtlarım, yani normalde öyle yapardım. Bu sefer öyle olmadı, hiçbirine cevap veremedim, ekrana öyle bakakaldım. Neler olmuş öyle! Deprem diyorlar, bir sürü il sayıyorlar…

Anlam veremedim, sosyal medyayı taradım, yüzlerce paylaşım, hepsi birer adres veriyor; hepsi yaşayan, evet canlı insanlar, “Yardım gelmedi.” diye adresleri birer birer paylaşıyorlar. Bir grup açılmış hastaneden doktor arkadaşlarla, beni de aramışlar da sessizdeyken duymamışım. Deprem bölgesine yardıma gidiyorlarmış. Her şeyi hazmedince ben de hızlıca hazırlandım, onlarla buluştum.

Gece saat bir’de Hatay’a vardık, yalan değil kendi imkanlarımızla gittik gerçekten. Bir arkadaşın abisinin minibüsünü aldık, yanımıza hastaneden taşınabilecek malzemelerden topladık. Yol her ne kadar biraz zorlu geçse de gece birde ordaydık. Bakın gece bir diyorum, 24 saat geçmeden 13 doktor kendi imkanlarımızla ordaydık. Devletin günlerce yardım ulaştırmadığı ya da ulaştıramadığı (?) bilmiyorum işte ikisinden biri olan o bölgelerden birindeydik. Etrafta ışık yok; duyduklarımız ise; insan sesleri, çığlıklar, bağırışlar, yakarışlar…

Dokuz gün orada kaldık, sonradan biraz yardım geldi, biz de elimizden geldiğince yarar sağlamaya çalıştık ama bir ekip yoktu, bir yönetim yoktu, bir sistem yoktu, hatta malzeme yoktu malzeme!….Kendi kendimize didindik durduk.

Dokuz gün sonra dönmeye karar verdik çünkü kendi küçük imkanlarımızla, daha çok da büyük imkansızlıklarımızla yarar sağlayamıyorduk artık.

Döndüğümden beri iyi değilim. Ben orada gördüklerimi anlatmayacağım, anlatamam çünkü. Buraya kadar ki amacım da bu değildi zaten, herkes biliyor haberlerden, videolardan…herkes!

 

Tutamadım sadece kendimi bunları yazarken, bir giriş yapayım derken bile duramadım, durduramıyorum ki zaten. Ne düşüncelerimi durdurabiliyorum ne içimdeki sesi susturabiliyorum. Daha fazla düşünmeyeceğim diyorum konuyu. Sonra kendimi suçluyorum; kapanır mı ki bu konu ne diyorsun sen diye.

Eski travmalarım yineliyor. Günler geçti, haftalar oldu, bu dokuz günü bırakın, ben yıllardır terapi aldığım doksan dokuz depremi anılarımı bile unutamıyorum.

Ben doksan dokuz depreminde annemi ve babamı kaybettim. Kız kardeşim anneannemdeydi, ben de lise sınavına hazırlanıyordum diye bir arkadaşa ders çalışmaya gitmiştim. Evimiz yıkıldı o depremde, annemle babamı günlerce sağ çıkarılsın diye bekledik ama kaybettik, çok şükür kardeşim kurtuldu. O daha 3-4 yaşında falandı tabii, hatırlamıyor o günleri. Annemin babamın bana kalan hatıraları iyi hoş da, keşke ben de hatırlamasaydım ki o günleri.

Gördüğüm çocukları, doksan dokuz depreminden sonraki ilk hâlimle bağdaştırmadan duramıyorum. Sürekli zihnimde bir karşılaştırma söz konusu ama bazı zamanlar da ailesini kaybeden çocukları düşününce beynim konuyu bir anda kapatıyor, düşünmeyi durduruyor; sanki içimde bir savunma mekanizması var kendi anılarım yüzünden. Hatta şimdi bu satırı yazarken bile tam odaklanacağım, düşüneceğim, beynim kendine ket vuruyor, resmen duruyor. İşte anlamıyorum ki, hani pembe fili düşünme derler pembe fili düşünürsün ya bu onun tam tersi işte, düşünmek istiyorum ama elimde değil, anlatmak istiyorum, yazmak istiyorum ama olmuyor, olamıyor!.

Zaten bu acı karşılaştırılamaz, yazılamaz ki, bu benim haddime bile değil, ben nasıl tahmin edebilirim ki, her birey kendine özel, her aile başka bir puzzle, karşılaştıramam kendimle, bu geçmişimle kıyaslanamaz bir konu.

Sonra ailesinden kayıp yaşamamamış çocuklara bakıyorum, iyi diyorum bu çocuğun annesi babası onunla diyorum, sonra da, peki

 

odasında şifonyerin en alt çekmecesinde oynamaya kıyamadığı legoları nerde, belki yirmi yıl sonra çocuklarına bu da benim çocukluk fotoğrafım diye göstereceği albüm nerde, büyüklerden aldığı harçlıkları biriktirdiği kumbara nerde diye sorular soruyorum.

Yitip gitti onların hepsi; oyuncaklar, fotoğraflar, kıyafetler…. Giden sadece bunlar da değil ki o çocuğun evi gitti evi. Bazı kelimeler vardır eş anlamlı diye kullanılır ama hissettirdiği bambaşkadır. Ev de böyle bir kelime bence, sanki şöyle desem daha çok anlaşılacak hisleri zamanla duyarsızlaşmış birine: o çocuğun evinden öte ‘yuva’sı gitti, yuvası!… O çocukla da bitmedi, binlerce insan ama binlerce insan kendinden bir parçasını kaybetti, herkes uzaklaşmaya çalıştı doğduğu büyüdüğü gördüğü yerden ama herkesin bir parçası orda kaldı. Kimse oradan tam ayrılamadı, hiç kimse. Hatta kilometrelerce ötede olanın bile kalbinden bir parça oraya gömüldü, gitti… Ama anlatmak istediğimi anlatmadım yine durduramıyorum işte susamıyorum ne yapayım? Aslında ben bir şey anlatmak da istemiyordum. Ben sadece sormak istiyorum, birkaç şey sormak istiyorum izninizle.

Ata’mızın ve milletimizin imkansızlıklara rağmen yaşattığı, yokluktan varlığa çıkardığı, tüketimden üretime geçirdiği, seküler ve hür (en azından o zamanlar böyleydi) Türkiye Cumhuriyeti’mizin bu sene yüzüncü yılını kutlayacağız. 100 yıl, dile kolay bir asır!

Bitti derken belki de küllerinden yeniden canlandırılan bu devlet, o zor günlerden çıkarılan bu devlet yüzüncü yılında bilimle, sanatla, mutlu insanıyla, yeşiliyle, tarihi yapılarıyla ya da daha sayamadığım nice unsuruyla anılmak yerine, neden enkazlarıyla, yardım isteyen çığlıklarıyla, satılan çadırlarıyla, para dilenen televizyon programlarıyla, imâr izni adı altında göz göre göre kabul edilen ya da kaçak yapılıp sonra iki üç rüşvetle tapusu alınan, insanlara cenaze olan binalarıyla anılıyor?

Evet, biz yardımsever milletizdir, severiz zor günde birlik olmayı. Bin kilometre ötedeki başka diyarlarda battaniyeye ihtiyaç varsa, gözümüz kapalı oğlanın üzerindekini de alır göndeririz yardım tırıyla ama neden yıllardır vergisini ödeyen Ayşe Teyze’nin oğlunun

 

sorumluluğuna kaldı ki bu iş? Neden!.. anlam veremiyorum, neden? Biz neyi yanlış anladık, nerde hata yaptık?

Kurtarma çalışmaları mı yanlıştı, bina mı yanlıştı, ki bu zaten bana göre şüphesiz!… Kaynak mı yoktu; doğru olan ‘yağmacı’ diyerek şiddeti mi meşrulaştırmaktı, televizyona çıkıp “yardıma ihtiyacımız yok, her yere ulaştık” diye prompterdan akıp gidenleri mi okumaktı…

Son üç gün mü yanlıştı, üç hafta mı, üç ay mı yanlıştı… ya da acaba son yirmi yıl mı yanlıştı?

Bir tek ben mi sorguluyorum yoksa siz de aynı mısınız? Tam uyuyacağım bir anda ‘Ya bizim neyimiz eksik sekizlik depremde tek bir binası yıkılmayan ülkelerden ya?’ diyorum kendi kendime, tekrar sarıyorum başa. Sorun nerde? Onlara çök, kapan, tutun bize cenin pozisyonu al diyorlar; çünkü onlar kafasına duvardaki saat düşmesin diye düşünürken biz bina yıkılınca, enkaz altında belki yatağın yanında canlı kalırız diye uğraşıyoruz.

Yüz yıl oldu yüz! Utanmadınız mı binlerce askerin uğruna kan döktüğü bu milleti bu hâle düşürmeye? Nefret dolu bakışların altında ben üzüntü veya pişmanlık görmedim hiç. Milyonlarca dolar kaçırmış şirketlerin, sırf reklam uğruna bütün utanmazlıklarıyla ekrana çıkıp ben milletim için şu kadar milyon yardım yapıyorum diyerek topladıkları paranın yardıma döndüğünü görmedim, siz gördünüz mü? Çünkü ben gerçekten bir parça merhamet kırıntısı görmedim.

Yüz yıl oldu yüz, Atatürk’ün kurduğu bu cumhuriyeti ilerletmeyi bırakın yüz yıldan da geriye götürdüler. Bu bir nefret yazısı değildi, bu bir isyan yazısı da değildi, bu bir aydınlanma yazısı da değildi, bunlar sadece benim naçizane sorularımdı.

Ama ben umutluyum, birçok şeyin değişeceğini biliyorum hatta sadece ben değil, siz de biliyorsunuz. Nasıl mı? ‘O’ söylemişti ya yüz yıl önce: ‘Yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.’ .

 

Yani kıssadan hisse şunu diyorum: Türkiye Cumhuriyeti bize bırakılan en büyük miras, hiç kimse yargılanmadan kalmayacak, çünkü kim ki bu Cumhuriyet’i alçaltmaya ve yok etmeye çalıştıysa karşısında bu mirası her dâim yükseltecek ve yaşatacak nesli bulacak.

 

5. İki Doğum Günü Kutlaması

Gizem

Doğum günleri, yıl dönümleri çok kıymetlidir. Her günü türlü tehlikelerle geçen şu zorlu dünyada bize bir yıl daha yol aldığımızı, dünyada izimizin olduğunu hatırlatır. Bugün anneannem yüz yaşına basıyor. Ona kocaman bir pasta alacağım. Şöyle kırmızı beyazlı üzerinde yüz adet minik mum olan bir pasta istiyorum. Kırmızı beyaz onun en sevdiği renklerdir, bunun nedeni renklerin gerçekten çok güzel olmasının dışında hem bayrağımızın renkleri olmasından hem de anneannemin tam bir cumhuriyet kadını olmasından ileri geliyor. Evet, o cumhuriyetle doğdu, 29 Ekim 1923’te. Cumhuriyetle büyüdü anneannem. Nasıl ki yüzüncü yılına gelene kadar demokrasimiz zaman zaman yaralar aldı, bir takım gerici ve kötü emellerle yok edilmek istendi ve isteniyorsa da anneannemin yaşamı da kolay olmamış. Her insan gibi o da ömründe yaralar almış, sevmiş sevilmiş ama kötü insanlarla da karşılaşmış, yalanlara, aldatmalara, kendisini kısıtlayan birçok kurala karşı gelmiş ve kendisine yapılanlar kadar ülkesine yapılanlara da kayıtsız kalamamış; çünkü anneannem okula gittiyse, meslek sahibi olduysa tüm bunların karşılıksız olmadığını vatanın çok zor şartlarda hem iç hem de dış düşmanlara rağmen bugünlere geldiğini bilerek yaşamış bir kadın.

O, çok sevdiği köy enstitülerinin kapatıldığına, darbelere, din adı altında ülkemize en başta da kadınlara verilen zararlara tanık olmuş bir vatansever. Belki de bu yüzden ailemde, çevremde hep en güçlü anneannemi gördüm ben. Hazır cevaptı, kararlıydı, gerekirse herkesle savaşırdı doğruları için. Ben küçükken karanlıktan korkmamayı ondan öğrendim, o benim tüm karanlıklarıma rengarenk ışıklar yaktı. Onun verdiği mücadeleleri günlüklerinden okuyorum, bana okumam için izin verdi. Atatürk’e olan sevgisini, ülkesi için azmini, ilk aşkını, evliliğini gördüm o sayfalarda. İçime dokunan yerler en çok köy enstitülerinde öğretmenlik yaptığı, öğrencilerini anlattığı ve enstitülerin kapatıldığı zamanlar. Yine de anneannem çaresizliğe inanmaz ve hep okur, çalışır; bugün halen bir öğretmen edasıyla şefkatli, öğretici, idealist ve ülkesi için her şeyi yapabilir. İlginçtir ki enstitüler kapatıldığında o da hayatının önemli bir kararını almış ve nişanlısıyla ayrılmışlar. Tüm bunları 1946’da Isparta’da bir köyde çok genç yaşında öğretmenlik yapan anneannemden dinlemeniz sanırım daha iyi olacak. Ondan duyduklarımı, okuduklarımı ben anlatmak istesem o muhteşem insanlar, olaylar, duygular için seçtiğim tüm kelimeler daha ağzımdan çıktığı ilk anda kifayetsiz kalır.

Anneannemin günlüğünden bir bölümü olduğu gibi paylaşmak bu yüzden çok anlamlı oluyor. Kimi zaman güldüren, kimi zaman hüzne boğan günlüğünden paylaştığım bu parça benim kadar sizi de etkiler sanıyorum.

Nisan 1946

Bahçemden mis gibi gelen gül kokularıyla, batmakta olan güneşin kızıllığı ve akşamın o tatlı serin esintisiyle merhaba sevgili arkadaşım, sırdaşım, beni yalnız bırakmayan, bembeyaz sayfalarıyla beni kâinatın en huzurlu köşesine buyur eden güncem. Uzun süredir yazamadım, içimi dökemedim sana. Hayat akıp gitti; ayrılıklar, üzüntüler, kalp kırıklıkları, gülüşler, hayaller ve daha nice hisler yaşamımda bana eşlik etti ve sanırım en yakın dostum da onlar oldu. Sen de bilirsin ki duygularımı hep en doruklarda yaşarım ben. Öfkelendiğimde çok şiddetli bağırırım, neşeliysem her yeri çınlatan kahkahalar atarım, bir şeye canım sıkılırsa tüm gün somurturum. Benim duygularım her an taşmakta olan bir ırmak gibi gürül gürül içimde kaynamaktadır, diğerleri gibi katı ve hissiz olamadım, sadece kafa sallayıp arkamı dönemedim yaşananlara. Bugün de olanlara arkamı dönemiyorum işte. Okula her gittiğim gün, çocukların ve köylülerin gözlerine baktığım her an bir kaybedişin, geri dönülemeyecek bir hatanın acısıyla bu gidişata sebep olanların yakasına yapışmak istiyorum. Sanki çok güçlüyüm de herkese meydan okuyabilirim gibi. Evet güçlüyüm kötülüğe, yanlışa dur diyorum, kaçmıyorum ama enstitülerin kapatılmasını durduramıyorum işte. Binasını köylülerle yaptığımız okulda, sadece öğretmen olmadım, bu okuldan çok şey öğrendim de. Okuma yazma öğretmeye geldiğim okulda terzilik, ziraatçilik, arıcılık, bağcılık yaptık çocuklarımla. Müzik aletleri çaldık, türküler söyleyip zeybek oynadık, hatta müzik gruplarımızla konserler düzenleyip törenlerde marşlar söyledik, tiyatro oyunları sergiledik. Ben çocuklarımı çiçeklerime bakar gibi sakındım, onları incitmemeye çalıştım, su verir gibi bilgimi verdim büyüsünler diye. Neden şimdi çocuklarımın dallarını kırıyorlar, onları bir çiçek neşeyle güneşi selamlarken toprağından söküp alıyorlar? Cevabını bilmiyor değilim. Aslında herkes biliyor. Benim yeni açan çiçeklerimi ezenler güzellikten, iyilikten korkuyorlar. Onlar çiçeklerimi açtıran güneşi dahi yok etmek niyetindeler ki her yer karanlığa boğulunca başa geçsinler. Enstitü benim için okuldan daha fazlası, bir yaşam merkezi. Biz orda yaşamayı, insan olmayı öğrendik. İlk geldiğim zamanları hatırlıyorum ve bu kapatılma fikrine inanmak, insanların bu denli kötü olabileceğini düşünmek istemiyorum. Dokunmasınlar bize, yavrularıma, köylülerin hem ürettiği hem eğitildiği yuvamızı bize bıraksınlar! Anadolu okulsuz ve öğretmensiz, özverili insanlara muhtaçken kendi ellerimizle inşa ettik yuvamızı, ekmeğimizi kendimiz yaptık, fidanlar diktik, su kanalları oluşturduk çiftliklerimiz için. Tarlalarımız, bağlarımız, arı kovanlarımız, atölyelerimizi el ele vererek kurduk. Buradaki öğrenciler ziraatçilik, demircilik, marangozluk da bilir müzik aleti çalmayı da; aralarından engin birikimleriyle, gördüklerinden büyük dersler alan aydınlar çıkacağına da eminim. Bu okulu kapatacaklar, tüm emeklerimiz yok olacak belki ama çocuklarım bu kötülüğü unutamayacak, ben unutmayacağım. Tarih bu ülkeye, ülkenin evlatlarına ödetilen bedelleri yazacak. Bizler öleceğiz ama fikirler ölmeyecek. Ne olursa olsun ben bu vatanı böyle vicdansızlara bırakmayacağım ve diliyorum ki ben değilse çocuklarım, torunlarım bu insanlara bu ülkeyi bırakmasınlar.

            Az önce İhsan geldi, o benim hayatımda küçük bir ayrıntıdan ibaret oldu artık. Köy enstitülerinin kapatılmasına dair düşüncelerimiz çok ayrı, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu için de hükümet aleyhine bir tavır alıyor. Onu öğretmenliğimi sürdürürken varlıklı bir aileden gelen toprak sahibi beyefendi, ileri görüşlü biri olarak tanıdım. Gerçekten iyi anlaşıyorduk, bir aile kurabileceğimizi düşündürüyordu. Şimdiyse yalnızca çıkarları uğruna hareket eden biri benim için. Benimse ideallerim uğruna mücadele ettiğim bir gelecek uzanıyor önümde.

            Saat epey ilerledi. Akşam sefaları, güller, leylak ve yediverenlerin kokusuna bırakacağım kendimi. Her zaman yaptığım gibi teselliyi toprak ananın koynunda arayacağım. Bir çiçekte, ay ışığında, bana tarlaların, toprağımızın kokusunu getiren esintilerde cevaplar arayacağım. Geleceğimi düşüneceğim, ne yapabilirim çocuklarım için? Ne olursa olsun devrimleri korumayı öğretmeliyim en başta, teker teker elimizden almaya çalıştıkları haklarımızı öğretmeliyim. Yalnız olmadıklarını, onları koruyan, güzel ülkesinin güzel evlatlarına sahip çıkacak insanları anlatmalıyım. Vazgeçmesinler, vazgeçmeden çalışalım. Bu vatan bize emanet değil mi? Yılmayalım, yıkılmadan koruyalım yurdumuzu canım çocuklarım.

            Ben vicdanı Ata’sının izinde bir cumhuriyet kadını olarak gözlerimi kapamak istiyorum bu dünyaya. Bu gerici adımlara teslim olmadan dirayetli olmaya kararlıyım. Burada yazımı noktalarken kendime bu sözü veriyorum. İnşallah sana yine yazacağım arkadaşım, sırdaşım. Şimdilik hoşça kal.”

            Yazılanları bu sabah tekrar okudum. Bugünü düşündüm. Değişen ne vardı? Ülkede insanlar yine cahil kalmaya itilmiyor muydu? Her çağ kendi karşı devrimcilerini çıkarıyordu. Gericilikle mücadele hala devam ediyor diye düşündüm.

Öğlen herkesi anneannemde toplamayı başardım. Bugün herkes kırmızı giyinmiş. Evimiz de sokaklar da bayraklarla dolu, cumhuriyetin yüzüncü senesinde gurur doluyuz. Kırmızı, beyazlı pastasını görünce anneannemin gözleri doldu ve mumlarını üfledikten sonra dilek tuttu. “Hala hayallerim, dileklerim var. Yapılacak çok iş, gidilecek çok yol var” dedi. Onun ne demek istediğini anlıyorum, bu yaşta bir kadın kendi için değil elbette ülkesi için dilekler diliyordu. Anneannemin en sevdiği çiçekler güllerdir, çünkü ona ilk öğretmenlik yaptığı köy enstitülerini hatırlatır. Ben de ona saksıda bir gül hediye ettim bu sefer. Sarıldık birbirimize. O pencereden dışarıyı izlerken ailemle kutlamalara katıldım. Sokağa çıkınca içim neşe dolu bir marşa başladım. Daha sesli daha sesli söyledim, kalbimden bir heyecan bir mutluluk dalgası taştı. Bin bir farklı kişinin elindeki al bayrakların içinde cumhuriyeti korumaya kararlı ilerledim, bu nesilden nesile geçen bir görevdi, çünkü cumhuriyet bize emanetti.

 

6.Rüya

Selinay

Miray gözünü açtığında her yer çok karanlıktı. Başı ve göğsü ağrıyordu. Sol elini başına götürmek istediğinde elinin sıkışmış olduğunu fark etti. Öksürdü, her yer çok tozluydu, ayrıca boğazı da kurumuştu. Nerede olduğunu anlamaya çalıştı, güç bela tıkırtılar duyuyordu uzaktan. Kardeşi neredeydi, annesi babasını neden göremiyordu. Fersiz çıkan sesiyle kardeşine seslenmeye çalıştı ama hiçbir tepki gelmedi. Kıpırdayamıyordu ve yanında yardım isteyebileceği kimsesi yoktu. Başına ne gelmişti? Gece yatmadan önce alarmını 8.15e kurmuştu ve uyanıp işe gitmesi gerekiyordu. Ailesinin küçük bir manavı vardı ve bazı günler başında Miray’ın durması gerekiyordu .Bakabileceği bir saati ve babasına haber verebileceği bir telefonu yoktu. Bacağında  bir ıslaklık hissediyordu ama yerini göremiyordu. Bir rüyada olduğunu düşündü. Ne olduğunu anlamaya çalışırken uyuyakaldı. Zaman algısı olmadığından belki saatler belki, günler sonra gözüne çok parlak bir ışık geldi .İnsanlar bağırıyordu ama kendisine mi sesleniyorlar, anlayamıyordu. O da bağırmaya çalıştı ama sesi çıkmadı. Sağ elinin altında bulduğu bir Sert bir şeyi betona vurarak ses çıkartmaya çalıştı. Üstünde çok küçük bir aralık vardı ve arada bir ışık yansımaya devam ediyordu. Ne olduğunu yavaşça hatırlamaya başladı. Dün kardeşinin doğum günüydü, bütün gün onun için yemekler tatlılar pişirmiş ve çok yorulmuştu. Akşam günün yorgunluğuyla erkenden yatağına yatıp uyumuştu. Neden gündüz olmamıştı? Hayal meyal düştüğünü ve vücuduna bir şeyler çarptığını hatırlıyordu. Gece deprem olmuştu. Hayattaydı ama ailesine dair hiçbir fikri yoktu. Korkudan ağlamak istedi ama gözlerinden yaşlar gelemedi. O kadar susuzdu ve üşümüştü ki tir tir titremeye başlamıştı. Kardeşi iyi miydi? Hep onun iyiliği için kendinden ödün verip onun için çabalamıştı bugüne kadar. Okul masraflarını ödemeye bazen paraları yetmezdi ve o yüzden bulduğu her ek işe koşmaya çalışırdı. Dün kardeşinin doğum günü olduğu için  güzel bir kahvaltı ve akşam yemeği hazırlamak istemişti. Uzun süredir sucuk yememişlerdi ve kardeşi sucuklu yumurtaya bayılırdı. Onlara sucuk, peynir, yağ ve bir koli yumurta alabilmek için bütün hafta bir kafede garsonluk yapmaya gitmişti. Aslında kendisi üniversitede kimya mühendisliği okumuştu ama uygun bir iş bulamamıştı. İstanbul’a gitmek istemişti hep, hem kardeşini de iyi okullara gönderebilirdi. Ama İstanbul’a gitmek için de paraya ihtiyacı vardı. Hem de annesiyle babasını burada bırakmak istemiyordu. Yaşadıkları köy küçüktü ve herkes herkesi tanırdı.
Çocukluğu hep köyün sokaklarında koşarak geçmişti. Evleri 3 katlı bir aile apartmanıydı. Kendileri giriş katta, amcaları bir üst katta otururdu ve en üst katları boştu. Eskiden halası ve babaannesi yaşardı en üst katta. Halası evlenip İstanbul’a taşınmıştı ve babaannesi yıllar önce vefat etmişti.Hep halasından bilirdi İstanbul’u. Bir sürü büyük büyük binaların olduğunu, her yerinin tarih koktuğunu, her gün keşfedilse bile asla gezilecek yerinin bitmeyeceğini ve milyonlarca insanın yaşadığı anlatırdı. Eskiden Beyoğlu’na eğlenmeye gittiklerini, akşamları sahilde arkadaşlarıyla yürüyüşe çıktıklarını, kızını çeşitli parklara ormanlara götürdüğünü anlatırdı. Ama son zamanlarda anlatmaz olmuştu. Patlamalar olduğunu söylüyordu hep ve artık gittiği çoğu yere gitmiyordu. Akşamları sokağa çıkmak istediklerinde üzerlerinde yüzlerce gözün gezdiğini, sanki herkesin onlara zarar vermek için fırsat kolladığını ve akşam sokağa çıkmaktansa eve dönerken havanın karardığı saatlerde bile koşa koşa döndüğünü anlatırdı.
Ormanlara da gidemez olduk derdi hep. Ülkenin dört bir yanında yangınlar oluyordu son yıllarda ve neredeyse çoğu Ege ve Akdeniz ormanı kül olmuştu. Ve o yüzden İstanbul’daki ormanlara da giriş yasağı konulmuştu. Evlerinin yanında bir vadi var derdi, ama oraya da alışveriş merkezi yapmaya başladıkları için artık oraya da gidemiyorlardı.Kızı Selin acil doktoruydu ve uğradığı bir saldırıda eli kırıldığı için bir süredir çalışamıyordu.
Bunları düşünürken tekrar sesler gelmeye başladı ve gözünü açtığında elleriyle yüzüne doğru fener tutmuş bir adam kendisine uzanmaya çalışıyordu. Fenerin ışığıyla nerde olduğunu anladı. Odasının duvarları üzerine yıkılmıştı ve yanında kardeşinin kitapları duruyordu. Daha önce hayatında hiç görmediği, tanımadığı adamlar saatlerce uğraşıp sonunda Miray’ı oradan çıkarmışlardı. Çıkar çıkmaz kardeşini sordu. Annesini babasını görmeye çalıştı ama kafasını oynatmasına izin vermiyorlardı. Ambulansa doğru sedyeyle taşınırken adı gibi bildiği mahallesini tanıyamadı.  Köşede Mehtap teyzenin evi vardı. Ama sanki bir kubbe şeklinde toz toprak vardı sadece yerinde. Enkazın üzerinde insanlar gezinip bağırıyorlardı .Ambulansa bindirildiğinde, bilmediği dillerde konuşan insanlar ona yardım etmeye çalışıyordu. Birinin göğsünde İspanya, diğerinde ise Azerbaycan bayrağı vardı. Hastane binasına gideceklerini umarken indiğinde kendini bir çadırda buldu. İçeriye yataklar konulmuştu ve doktorlar vardı. Çünkü insanlardan duyduğu kadarıyla merkezdeki hastane de yıkılmıştı. Halbuki 5 sene önce yapılmıştı ve çok büyük bir törenle açmışlardı orayı. Yataklardan birinde kardeşinin uzandığını gördü. Kardeşi hayatta olduğu için şükürler etti, mutluluktan ağladı. Ama yataklardan hiçbirinde anne babası yoktu. Belki de yoldadırlar diye düşündü. Günler geçti ama kimsecikler gelmedi. Artık taburcu olmuşlardı. Hala her yer durmadan sallanıyordu. Belki kasada bir miktar para ve biraz meyve sebze bulabilirler diye düşünüp kardeşiyle manavlarına doğru yürümeye başladı. Yürünemeyecek haldeki yolardan kardeşinin gözlerini sımsıkı kapatarak bir şekilde mahallelerine geldi. Manav yerindeydi. Yaklaştığında camlarının kırık olduğunu gördü. Kardeşine kapının önünde beklemesini söyleyerek içeri girdi. Tek bir yiyecek kalmamıştı. Depoda evlerinde yer olmadığı için koyduğu bazı eşyalar vardı. Bir kaç halı, eski süpürgeleri ve kardeşinin bisikletini oraya koymuşlardı. Depoya doğru yaklaştığında kapısının kırıldığını gördü. Koydukları hiçbir şey yerinde değildi. Meyve sebzelerin alınmış olmasına üzülmek yerine sevinmişti bile ve “İnsanlar günlerdir aç, umarım karınlarını doyurabilmişlerdir.” demişti. Peki insanlar halı ve bisikleti neden alırdı. Anlam veremiyordu. Kasalarındaki birkaç para da yerinde değildi. Kasa paramparça olmuş ve içi tamamen boşaltılmıştı. İnsanlar neden böyleydi. Hayal kırıklığıyla kapının önünde duran kardeşine doğru yürürken bir adamın gizlice kardeşine yaklaşmaya çalıştığını fark etti. Esra’ya kaçması için bağırdı ama tek ayağı kırık olduğundan Esra pek hızlı koşamadı. Hemen yanına gidip onu kucağına aldı ve olabildiğince hızlı koşmaya çalıştı. Uzaklaşmışlardı oradan. Adam ne yapmaya çalışmıştı hiç bilmiyordu ama iyi niyetli olmadığını anlamıştı. Çok susamışlardı ve açlardı. kendilerine doğru bir kamyonun geldiğini görüp yürüdüler. Önünde de Muhtar, arabasıyla duruyordu. Biraz alıp alamayacaklarını sorduklarında o yemeklerin kendileri için olmadığını, Muhtarın alabileceğini söylediler. Muhtar koliler dolusu konserve yiyeceği arabasına yükleyip uzaklaştı. Eğer gönderilmiş birkaç parça yiyecek evini, ailesini, her şeyini kaybetmiş iki kız için uygun değilse kime verilecekti? Muhtar kendilerine dağıtmayacaksa neden hızlıca hepsini alıp uzaklaştı? Her şeyle beraber hayalleri de yıkılmıştı. Her şeye rağmen yardım eli uzatan onlarca insan oluyordu ama sanki artık insanların çoğu kötüydü. İyilik nedir unutulmuştu. Bir çadırda kalıyorlardı ve artık hava karardığı için uyumaya gitmişlerdi. Birbirlerine sarılıp uyudular ve Miray bir rüyaya daldı. Rüyasında bir evleri vardı. Hatta ailesi de vardı. Kahvaltılık alabilmek için günler boyu çalışmak zorunda değildi çünkü hakkının ödendiği bir kurumda mesleği ile ilgili bir işte çalışıyor, maaşını kazanabiliyordu. Kardeşinin okulda aldığı eğitim herkesinkiyle eşitti ve bütün çocuklar öğrenmesi gereken her şeyi öğrenebiliyordu. İyi bir eğitim almak için özel okula gitmesi gerekmiyordu. Akşamları kardeşiyle yürüyüşe çıkabiliyorlardı ve çantasında biber gazı taşımasına gerek yoktu.
Çünkü herkes sadece kendi yaşamıyla ilgileniyor ve kimse kimseye zarar vermeye çalışmıyordu.Artık evlerindeki paraları mutfaktaki kavanozların arkalarına saklamıyorlardı çünkü kimse hırsızlık yapmaya çalışmıyordu. Yaz tatilinde bir bilet alıp kardeşini en sevdiği sanatçının konserine götürebilmişti ve özgürce istedikleri saate kadar eğlenebilmişlerdi. Çünkü insanların sevdikleri şeyleri özgürce yapabilmesini sağlayan bir sistem vardı. Halasının kızı halen hastalarına bakmaya gidebiliyordu çünkü eli kırılmamıştı ve herkes birbirleriyle saygı çerçevesinde iletişim kuruyordu. Kimse şiddet görmüyordu. Bir kaç yıl sonra ayrı bir eve çıkabilmişti, hatta araba bile almıştı çünkü her şeyin ederinin birkaç katı kadar vergi alınmıyor ve kazandığı maaş güzel bir hayat kurmasına yetiyordu. Yaşamak bir lüks değildi tüm insanların en doğal hakkıydı. Yıllar geçtikçe mahallesi, şehri, ülkesi daha da gelişiyor şartlar iyileşiyordu. Mutlu olabilmeyi özlemişti, özgürlüğü, hakkı, emeğinin karşılığını alabilmeyi, güvenebilmeyi, sıcacık yatağına girip başını yastığa rahatça koyabilmeyi, ailesini, evini özlemişti. En çok da yaşamayı özlemişti.Çatal seslerinin şıkırtısıyla uyandı .Sabah olmuştu ve çadıra birkaç parça yiyecek getirilmişti. Kardeşine bakıp sımsıkı sarıldı. Keşke her şey bir rüya olsaydı.

 

7.Umutlarla 100.yıl

Yağmur

Küçük salonun koyu kırmızı renginde kalın ve ağır perdeli penceresinden dışarısı hangi baharı yaşayacağına karar verememiş bir mevsim olarak görünüyordu. Güneşin zayıflamış ışığı…Etrafa mitolojik bir hava savuran martı sürüleri… Uyur gibi sessiz duran deniz… Ve bütün bunların üzerinde bu mevsimden umduğunu bulamadığı için hüzünlü ama bir sonraki mevsime olan umuduyla etrafa neşe saçan kuşlar…

Kuşlardan bir tanesi kondu pencereme. Nerede olduğunu anlamaya çalışırken girdiği telaşını izliyordum daha önce hiç böylesine masmavi gözlü sarı bir kuş görmemiştim.  Avucumun içine aldım onu. Avcumda olmaktan memnun değildi. Esaretine dayanamamış olmalı ki elimi gagalıyordu. Kısıtlılığına karşı koyuyor ve mavi göklerdeki özgürlüğünü istiyor gibiydi. Kalbinin her çırpınışında hissedebiliyordum bu isteğini. Aniden açtım avucumu, önce şaşkınlıktan durakladı bana anlatmak istediği şeyler varmış gibi baktı yüzüme büyük bir heyecanla hissettim o cıvıltısını.

100 yıl öncesinden anlatmaya başladı. İnsanlar da aynı o kuş gibi, özgürlük istiyorlarmış, tek başlarına karar vermek; yöneticilerini seçmek, geleceklerine kendileri karar vermek istiyorlarmış. Düşüncelerini açıklayabilmek, ideallerine uygun eğitim görmek istiyorlarmış. Ve yüzyıllar boyunca benimsedikleri pek çok rejim ve onların yönetim biçimleri insanları baskı altında tutuyor. İnsanların yaşam koşullarını iyileştirecek, onları geliştirecek her şeyi yasaklıyormuş. Ta ki Cumhuriyet kurulana kadar.

Peki nedir bu Cumhuriyet? Cumhuriyet, ilk mesajının Erzurum Kongresinde verildiği milletin istikbalini yine milletin azim ve kararının belirleyeceği Gazi Mustafa Kemal’e ait bir kalp sırrıdır. Demokratik bir ülkenin bozulmaz simgesidir. İlim ve ahlakın, adalet ve faziletin iktidarıdır. Bir ülkenin damarıdır. İstiklal marşımızdır. Özgürlüğümüzü her benliğimizle haykırdığımız, ruhumuzun yaşam tarzıdır. Cumhuriyet, haritası inkılap olan bir hazinedir ve bu hazineyi bulan hayatı boyunca daima hür yaşar. Cumhuriyet, özgür kadını tekrar ortaya çıkarandır. Çağın gerekliliklerinden bilim, sanat, kültür, eğitim, ekonomik, siyasi hayatta kadına birçok kapı açandır. Bu kapılardan sonra da kadının hayatında geçtiği bu yolları eve döndüğünde evladına anlatıp onu Cumhuriyet genci olarak yetiştirmesini istemiştir ki gelecek her zamankinden aydınlık olsun.

Cumhuriyetin ilk yıllarını mutlulukla anlatırken günümüzde gelinen noktaya bakınca da içi özlemle dolup taşıyordu. Neyi özlüyorsun diye sordum? Cumhuriyetimizin ilk yıllarında Anadolu insanı kendi tohumuyla ekip biçiyor, Anadolu ırkı yerli hayvanlarla da hayvancılık yapıyor kendi ihtiyacını karşılayıp üretim fazlasını satıyordu. Yani ülkemiz kendi karnını kendi doyuruyordu. Aradan 100 sene geçmesine ve teknolojinin akıl almaz gelişmesine rağmen şimdi ise neredeyse her şeyi ithal ediyor ve dışa bağımlı yaşıyoruz.

Cumhuriyet’in kurucusu kurtuluş savaşının en zorlu döneminde bile Maarif Kongresini toplamıştı fakat günümüzde ilk vazgeçilen eğitim hakkı oluyor.  Gençlerimize bakınca üzülüyorum. Şu anda gençlerimizin neredeyse tamamı geleceklerine yönelik umutsuz.100 sene öncesinde ölüme yalın ayak koşup Kurtuluş Savaşını vererek bir destan yazan gençlerimizin umudunu özlüyorum.

100 sene önce nasıl hep beraber yeni bir ülke düzenine kavuştuysak şimdi de bu mümkün. Heyecanla ve bu sene 100.yılını dolduracak olan Cumhuriyetimizi yeni bir Türkiye’nin karşılayacağı umutla ekliyordu: Eğer atalarımız 100 yıl öncesinde yanmış yıkılmış coğrafya ve işgal altında kalan ülkemizi kurtardıysa, enkazın altından cumhuriyeti yaratabildiyse bugün bizim de herkesin üzerinde huzurla yaşayabildiği, adaletin, eşitliğin, özgürlüğün, refahın olduğu yeni bir Türkiye’yi yaratmamız mümkün.

68 gençlik hareketlerinde Fransa’da gençlerin bir sloganı vardı: ‘Gerçekçi ol, imkansızı iste.’ gençler olarak bunu düşünmek gerekiyor. Elimizde olanlarla pek imkânsız da görünmüyor. Dünyanın en güzel coğrafyasında, adeta dünyanın merkezi denebilecek bir konumda, dünyanın en bereketli topraklarında, en güzel iklim kuşağında, en köklü medeniyetlere ev sahipliği yapmış Anadolu’da bu yoksulluğu, eşitsizliği, liyakatsizliği, eğitimsizliği ve Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz.’ sözleriyle bize verilen görevi layığıyla yerine getirerek yıllardır hâkim olan umutsuzluğu da yıkacağız. Gözlerinin içine baktım, masmavi gözlerine. Yıllardır tanıdığım birinin gözleri gibiydi. Dışardan esen rüzgâra rağmen sıcacık yapmıştı içimi. Hep burada benimle kalsa keşke diye geçirdim içimden ama artık arkadaşlarının yanına gitmesi gerekiyordu. Bu sefer yüzünde sadece heyecan vardı. Cumhuriyetimizin 100.yılına yaraşır yeni bir Türkiye heyecanı. Uzun uzun baktı bana ve uçarken ardından seslendi:

  • Sabırlı ol! Görüşeceğiz yine. Yeni Türkiye ‘de

 

8.Geleceğe Özlem

Vera

Evet bu sene tam 100 yıl oluyor,benim içinse 20 yıl.Bu 100 senenin nasıl geçtiği uzun uzun tartışılabilir.Kimi dönemler daha özgür kimileriyse baskı içinde geçti.Laik ve seküler bir Türkiye hayaliyle çıkıldı bu yola ama belli ki birçok vatandaş aksini düşünüyordu.Atatürk ve silah arkadaşlarının hedeflediği veya hayalini kurdukları geleceğe ne kadar yakınız bilmiyorum.Oldukça da uzak geliyor bana ancak umut hep vardır.Bu aralar umutlanmaya daha çok ihtiyaç duyuyorum ve umudumun kaynağı geçmişten geliyor.

 

Benim babam 59 doğumlu ve çocukluğum onun anılarını dinleyerek geçti.Sadece onun da değil dünyanın dört bir yanına dağılmak zorunda kalmış arkadaşlarının da.Yaşadıkları işkenceler ve psikolojik baskılar bir yana canları için bu ülkeyi terk etmiş bir sürü yetenekli ve donanımlı insan var. Birçoğu da bu ülkenin çok daha iyi bir yer olmasını isteyen insanlardı.

 

Günümüze bakıyorum 80 darbesi koşullarında değiliz biliyorum ama düşünce özgürlüğünün çok kısıtlanmış olduğu ortada.Herkes bunu sesli dile getirsem başım belaya girer düşüncesinde.Evet gerçekten birçok sıkıntı yaşayabiliriz.Hapishaneye girmek ,öldürülmek vs. hep ihtimal dahilinde.E peki bunlar olsa ne olur. Bunu kaç kişiye yapabilirler veya biz bunu yapmalarına ne kadar süre izin verebiliriz?

Ben çok yoruldum bir şey yapmamaktan.100 yıl önce de, 50 yıl önce de şimdi de kendisi için değil bu toplum için bir şeyler yapmak isteyen ve bu uğurda birçok şeyini feda eden bir sürü insan vardı ve hâlâ var.

 

Evet geldi 100. Yıl ve biz bu kadar senenin özeleştirisini vermeliyiz.Kim ne yaptı ve yapmadı da şu an bu koşullardayız. Benim amacım insanları bunu düşünmeye yöneltebilmek.

Bunu yapmadan ileriye bakabileceğimizi düşünmüyorum.

Her ne kadar özgür bir ülkede üretken olup hayatımızı devam ettirmek istiyorsak da toplumun çok ciddi kısmı bu isteği taşımıyor.Birçok insan sadece kendi çıkarlarını düşündüğü  için başkalarının iyiliğini istemiyor. Bu durumu bazen kabul etmekte zorlanıyorum ama Aziz Nesin haklıydı ‘Bu toplumun %60ı aptal derken.’.Bu çok iyimser bir yüzde bence.

Bu ülkenin ve toplumun iyi bir yere gelmesini isteyenlerin çok küçük bir topluluk olduğunu düşünüyorum.Bununla ilgili doğrudan çabası olanlar daha da az. Yeterli mi? bence gayet yeterli. Mesela ben bu yazıyı bir derneğin bursiyeri olarak yazıyorum ya bunu istemeyen çok fazla insan var.Sebepleri cinsiyetim, aldığım eğitim ,ırkım,dinim olabilir ama değil.Elbette etkisi var ama bazı insanlar iyi ve güzel olan her şeye karşı. Bu derneğin varlığı mesela, tehlikeli çünkü kadınların eğitimini destekliyor , iş hayatına katılımını sağlıyor ve daha da kötüsü insanları bir araya getiriyor. Bizi birleştiriyor ve bu bizi güçlendiriyor.Biz gelecek Türkiye’nin olası mimarlarıyız ve birçok şeyin şekillenmesinde etkiliyiz.

Bilmiyorum sizin kendinize bakış açınız ne ama biz buyuz. Kendimle ilgili en çok istediğim şeylerden biri huzurlu bir ortamda yaşamak.Daha az kaygıya ihtiyacım var.Kendim için bunun mümkün olduğu bir ülkede yaşamak isterken aynı zamanda toplumun geri kalanı için de istiyorum.Şu an hak ettiğimiz gibi bir demokrasi ortamında yaşamıyorsak bunun sebeplerinden biri de insanların sadece kendilerini düşünmeleri….Ama bence bir şey ne kadar kapsayıcı olursa o kadar iyi.

Eğer ki insanlar başkalarını da düşünerek hayatına devam ederse hepimiz için daha keyifli yaşanılabilir bir ülkemiz olur.Sadece kişisel çıkarlar düşünülerek yaşanan bir hayat kocaman bir çöptür.Bu şekilde bir yaşamın sürekliliği olamaz.Şimdi bence bunun bir örneğini yaşıyoruz.Ülkemizin kaynakları belirli bir insan grubunun elinde.Maalesef herkesin refahı gözetilerek paylaşılmıyor.

Yakın zamanda deprem yaşadık ve ben de Hataylıyım. Depremin kendisi değildi felaket olan ,sürecin öncesi ve sonrasının yönetilmesiydi. .Buna katliam veya soykırım diyebiliriz bence.Depremin hayatımızın akışını çok kötü şekilde etkilediği ortada.Ancak bir başka konu da, bu konudaki yalnızlığımız.Sivil halk gerçekten yardımcı olmak için çok çabaladı fakat bu öncelikli olarak halkın yapması gereken bir şey değildi.Halk tabii ki zor zamanlarda dayanışır,dayanışmalıdır da.Ama bence bu manevi olarak olmalı. Sorunların sorumlusu yönetenlerdir.

 

Benim 100. yıl hayallerim bunları yaşamak değildi,kimsenin de değil zaten.Her gün yeni bir kabusa uyanıyoruz.Sürekli kötü haber var hayatımızda.Umutlanmak gerçekten de zorlaşıyor benim için.

 

Kayıplarıma bakıyorum,düşünüyorum.Çok üzgün ve öfkeliyim.Sanırım artık daha idealist olmam gerekiyor.

Albert Camus ‘’Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız,o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın.’’ demiş.Bu sözü ilk okuduğumda ortaokuldaydım ve şu an 20 yaşındayım.Çevremde duyduğum ölüm biçimleri içler acısı.

Evet güzel ölümün varolacağını düşünüyorum artık. Kimse böyle ölmeyi hak etmiyor.

 

100 koca sene.Geçmişe dönüp bakıyorum. Savaş koşullarında da halkımız saray tarafından terk edilmişti ve şimdi de durum aynı.Ne yapmam veya yapmamız gerek bunu anlamakta zorlanıyorum ama bir yerden başlamak gerek.Benim için bu başlangıç noktası eğitimime odaklanmak ve insanların örgütlenmesine,bir araya gelmelerine, dayanışmasına ve paylaşımda bulunmasına destek olmak.

Bugün bizim üzerimize çok şey düşüyor ve bunu biz yapmazsak bizim için kimse yapmayacak. Bizim gerçekten birbirimizden başka kimsemiz yok ve bunu anlamamız için daha ne yaşanması gerekiyor bilmiyorum.

Biz hayalleri ve umutları olan bir araya gelmiş güçlü kadınlarız.Gücümüz umutlarımızdan ve bir arada olmamızdan geliyor.

Hayalimizdeki  Türkiye ve Dünya için çok çalışmalıyız.Nasıl kendi sevdiğiniz insanlar sizin için önemliyse herkes önemli olmalı.Dünyadaki tüm çocukları bizim çocuklarımız olarak görmeli ve herkes için adil ve eşit fırsatların olduğu bir ortam yaratmak için çabalamalıyız. Umarım kısa sürede herkesin bakış açısı kapsayıcı ve kucaklayıcı olur.

Hepimize çok güveniyorum.

 

9.Yangın

Meryem

Dizi izlemekten, kitap okumaktan başka yapacak bir şey bulamadım bu hafta sonu da. Öğretmen olarak geldiğim bu köyde kendimi kafesteki kuş gibi hissediyorum. İstanbul’daki arkadaşlarımı, ailemi, dans grubumuzu çok özledim. Öğrencilerim de olmasa tutunacak hiçbir şey bulamadığımı düşünerek okulun yakınındaki kahvehanenin önünden geçerken yine o rahatsız edici bakışları yakaladım. Bu köyde kadınlar ya bahçede ya da evde işlerle boğuşuyorlar. Kahvehane ve bakkalın önü ise daima erkeklerle dolu. Bakışlar bazen taciz edici, bazen ayıplar, nadiren de saygı duyar gibi…

 

Kıyafetlerimi yargılamalarına aldırmıyorum artık ama ‘’Çocuklarımızın aklını karıştırma öğretmen hanım, gönderiyoruz işte okula. Üniversite de neymiş?’’ demelerini hazmedemedim hala. Hazmetmeyeceğim de. Savaşacağım. Cahilliğinizle, ön yargılarınızla mücadele edeceğim.

 

Bahçeye girdiğimde çocukları sırada buldum. İstiklal Marşı’nı okurken ürperdim yine. Yıllar önce verdiğim sözü hatırladım. Atam’ın açtığı yolda yürüyeceğime, elimden gelenin en iyisini yapacağıma, kadın olduğum için beni ezmeye çalışanlara karşı dimdik duracağıma söz vermiştim.

Dersi anlatırken her zaman en önde oturup tüm sorularıma gözleri ışıldayarak parmak kaldıran Zehra’nın bugün beni dinlemediğini fark ettim. Defterine bir şeyler karalayıp durdu. Teneffüste konuştuk.

-İyi misin Zehra? Derse katılmadın. Çok mutsuz görünüyorsun.

-Dinlesem ne olacak ki öğretmenim?

-Nasıl yani?

-Öğretmenim babam anneme söylerken duydum. Bakkalın oğlu beni istemiş. Babam da ‘’Evlendirelim, gelinlik kız oldu ‘’dedi. Kimse benim ne istediğimi sormuyor. Ben okumak, doktor olmak istiyorum. İnsanlara yardım etmek istiyorum. Bu köyün dışındaki hayatı merak ediyorum.

Bunları söylerken hüngür hüngür ağlamaya başladı Zehra. Ben ise donup kaldım. Evde annesine yardım etmekten arta kalan zamanda ders çalışıyordu. 5 kardeş aynı odada yattıkları için onlar uyurken mum ışığında ders çalışıyordu hatta. Çoğu zaman gözleri şişmiş, yorgun geldiğini fark edince sormuştum ben de. ‘’Ders çalıştım sabaha kadar .Bu sene üniversiteyi kazanacağım öğretmenim ‘’demişti. O gün, bu köyün kader olmadığını, bir şeyleri değiştirebileceğimizi hissettim. Okul çıkışlarında kalır matematik sorularını çözerdik üniversiteye gitmek isteyen öğrencilerle. Elimden geldiğince her derse yardımcı olmaya çalışıyordum aslında. Hepsine dışarıda bambaşka bir hayat olduğunu, kendilerini burayla sınırlamamalarını söylemiştim. Hayaller kurduk birlikte. Gerçekleşmeyi ne çok hak eden hayaller… Tüm bunların üzerine Zehra’nın sözleri kurşun gibi deldi kalbimi.

-Üzülme konuşuruz babanla, dedim.

-Babam bizi dinlemez, bir şey desek döver. Sizinle de okul çıkışı görüşmemi istemiyor. ‘’O öğretmene mi özeniyorsun ‘’diyor, kızıyor.

-Sen üzülme, bir yolunu bulacağız. Sen dersine çalış.

Zehra’nın yanından ayrılıp müdüre anlatıyorum durumu.’’ Hocam burada kızlar okul bitince evlendirilir. Liseye bile göndermek istemiyor aileleri. Çok çabalıyoruz. Yine de gider konuşuruz. ‘’

Aklım almıyor. Günün bitmesini iple çekiyorum. Çıkışta müdür bey ile Zehra’nın babasının yanına gidiyoruz kahvehaneye. Tüm gözler üzerimize dönüyor. Konuşuyoruz ama babası çok kararlı. Nuh diyor, peygamber demiyor.’’ Kız kısmı okur muymuş. Evde kalacak. Evlensin çocuğuna baksın. Bu yaşa kadar baktım. Evde kaç boğaz var hoca?’’ diyor.

Ah Zehra’m. Günlerce gözüme uyku girmedi. Üniversite sınavına da az kaldı.

-Konuşabilir miyiz Zehra?

-Sınava az kaldı. Sen çalış, kazan. Biz senin için elimizden geleni yapacağız.

-Peki öğretmenim.

Her gün ek dersler yapmaya başladık. Zehra doktor, Fatma mühendis, Ali ve Emine avukat olmak istiyorlar.

-Eskiden sadece  hayallerimiz vardı artık hedefimiz var sayenizde hocam.

 

Sınav günü hayatımda olmadığım kadar heyecanlıyım. Her birini tek tek uğurladım. Dışarıda ise saatler geçmek bilmedi bir türlü. Çıktıklarında yüzleri gülüyordu. Mücadele etmelerinin verdiği haklı gurur vardı gözlerinde. Yaz tatilinde görüşemedik. Öğrendim ki; Zehra’yı istemeye gelmişler. Evlendireceklermiş. Günlerce ağlamış Zehra. ‘’Büyük bir yangının içinde hissediyorum kendimi öğretmenim ‘’dedi.

Sonuçlar açıklanınca Zehra’yı aradım hemen. Bu seferki mutluluk göz yaşlarıydı. 86. olmuş. Duyunca ben de ağlamaya başladım. Fatma, Ali ve Emine de çok iyi bir puan almışlar.

 

Hemen yola koyulup Zehra’nın babası ile konuştum. Gerekli her türlü desteği sağlayacağımızı söyledim. Zehra da kardeşlerini okutur, bakar. Size destek olur deyince kabul etti.

 

Zehra Hacettepe Tıp Fakültesi’ne , Fatma Boğaziçi Üniversitesi’nde bilgisayar mühendisliğine , Ali Ankara Üniversitesi ,Emine İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne yerleşti. Yıllardır bağımız hiç kopmadı. Öğretmenleri olarak başladığım birlikteliğimiz yol arkadaşı olarak devam ediyor. Elimizin uzandığı her yerde çocuklara, kadınlara destek olmaya çalışıyoruz. Her sene köydeki çocukları yakındaki şehrin sinemasına götürüyor, onlarla önce hayaller kuruyor sonra da hedefler koyup mücadele ediyoruz.

 

Fark ettik ki bu bir meşale. Karanlığa yakılan ufacık bir kibrit çöpünden kocaman bir alev oluyor. Bu alev önce karanlığı, sonra da kalpleri ve zihinleri aydınlatıyor. Atatürk’ün çocukları olarak devraldığımız bu meşale bizden de en güzel şekilde aktarılacak. M

 

10.Cumhuriyet Kadını

Mügenaz

Sabah uyandığında kendisi hariç herkesin gitmiş olduğunu gördü. Eline çantasını aldı, sokağa çıktı. Koşmaya başladı. Yabancısı olduğu bu ülkede vaktinde çok kaybolmuştu ama, bir ay sonra artık hastanenin yolunu ezbere biliyordu. Ellerini yıkayıp işe koyuldu. Hastane her gün olduğu gibi çok kalabalıktı. Bir tarafta kazazedeler, bir tarafta gözü yaşlı anneler, ağlayan bebekler… Bizden başka yardım eden kimse yok; çabuk olup mümkün oldukça çok  kişiye bakmalı, diye düşündü. İlk hastasını içeri davet etti. 20’lerinin sonunda, tarlada güneş altında çalışmaktan cildi erken yaşlanmış, yüzünde kırışıklıklar oluşmuş bir anne. Çocuğu için endişeli. Bu bölgedeki her kadın gibi.

 

Hastanın şikayetlerini dinledikten sonra çocuğu muayene etti. “Yetersiz beslenme” dedi. Destekleyici ilaçlar yazmak istedi ama ülkede ne yeterli ilaç ne de onların ilaç almaya yetecek paraları vardı. Bu bölgedeki çoğu aile gibi. Çevrelerinde bulabilecekleri doğal meyveler ve karışımlardan söz etti. Genç annenin teşekkür ederken ki bakışı içini burktu. Birbirlerini anlamışlardı. 

 

Anne rahatlamıştı, çünkü çocuğunun dermansız bir hastalığı yoktu; üzgündü çünkü çocuğuna yetemediğini düşünüyor, çaresizliği iliklerine kadar hissediyordu. Genç anne daha önce iki çocuğunun birini beslenme yetersizliğinden diğerini de soğuktan kaybetmişti. Geride kalan çocuklarına bakmak için elinden geleni yapıyor, tüm gün çalışıyor, kendi yemiyor çocuklarına yediriyordu. Ama yetmiyordu işte. 

 

Hayatta olan çocukları için ne yapabilirdi? Okuması yazması olmadığından iş bulamıyordu. Babasının küçükken okula gitmesine izin vermediği gibi şimdi de kocası istemiyordu. Koca kadın oldun, bu saatten sonra okumayı öğrensen ne olur; hem tarlada tonla iş var, okumaya vakit yok, diyordu kocası. 

 

Evladını kaybetme korkusu tüm benliğini sarmıştı. Bu acıyı daha önce yaşamıştı. Tekrar yaşamak istemiyordu. Bazı yaralar hiç kapanmaz, bazı acılara alışılmazdı.

 

Öğle yemeğini yemek için  arkadaşıyla bahçeye çıktılar. Arkadaşı söze girdi: “Sabahtan beri 10 çocuğu muayene ettim, hastalık sebepleri temelde hep aynı: hijyen eksikliği ve açlık.”

“Temiz su bulmak bu bölgede çok zor, kuraklık da olduğundan yeterli hasat alınamıyor. Bizim getirdiğimiz ilaçlarla, sağladığımız desteklerle çözülebilecek bir iş değil bu. Sürdürülebilir bir çare bulmak lazım.” diye arkadaşının söylediklerini destekledi ve konuşmaya devam etti:

“Her gün hasta annelere ve çocuklara bakıyoruz. Kendi dillerinde okuma yazmaları bile yok. Tercümanlarla çalışmak işi çok yavaşlatıyor. Bu kadar insana nasıl yeteceğiz?” 

“Elimizden geleni yapacağız.” dedi arkadaşı.

İkisi de çok yorulmuştu. Sessizce yemeklerini yediler. Yemek yiyebildikleri için içten içe bir utanç duyuyorlardı.

 

Aradan bir ay geçti.

Hastanenin koridorunda acı bir çığlık duyuldu. Odasından koşarak çıktı. Koridora geldiğinde bir anne kucağında çocuğunu tutuyor, ağlayarak yardım istiyordu. Hemen çocuğu muayene etmek istedi. İncecik, morluklar içinde kırılgan bir beden. Nefes almıyordu. Henüz yedi yaşına bile girememiş olan bu melek yakalandığı hastalıktan kurtulamamıştı. 

 

Acısıyla kıvranan anneye döndü. Göz göze geldiklerinde yaklaşık bir ay önceki genç anneyi bakışlarından tanıdı. Gözlerindeki aynı çaresizliğe bu sefer öfke ve acı eşlik ediyordu. Fakat o artık genç görünmüyordu. Bir ay içinde sanki 30 yıl yaşlanmış, saçları beyazlamış, kamburu çıkmış da yürüyemiyor gibiydi. Bakışlarını tanımasa bu kişinin bir ay önceki anne olduğuna onu kimse inandıramazdı.

Sakinleştirebilme umuduyla ona sarıldı. Anne “Beni dinlemedi, beni dinlemedi…” diye hıçkırıklarının arasından sayıklıyordu. “Çalışmasın dedim, güçsüz de- dedim.” Çocuğunun okuması gerektiğine inanmayan babası, hasta olduğuna da inanmamıştı. Annesi durumu anlatmaya çalıştığında da kızmış, “Kadın kısmı zaten bir şeyden anlamaz. Duygusal olma. Biz de çocukken hastalandık.”  deyip çocuğunu zorla çalıştırmıştı. Zaten güçsüz olan yavrucak da daha fazla dayanamamış, kaptığı hastalıkta can vermişti.

Anneye sarılırken gözyaşlarını saklamaya çalışıyordu. Küçücük bir çocuğun tedavisi olan bir hastalıktan ölmesi, annenin babaya karşı hiçbir gücünün olmayışı, annenin çok istese de okuyamayıp ailesinin ona uygun gördüğü hayata mahkum oluşu… Hepsi kalbini yaralıyordu. 

 

Kendisinin okumasını destekleyen bir ailesi olduğu için şanslı hissetti. Ama biliyordu. Ailesi onu desteklemese de onu destekleyen, onun için hakkını koruyacak bir devleti vardı. Çünkü cumhuriyet böyle bir şeydi. 

Cumhuriyette kendi hayatınızı nasıl yaşayacağınızı, ne iş yapacağınızı, kiminle evleneceğinizi kendiniz seçerdiniz. Kadın olduğunuz için kimse size üstten bakamaz, sizi yok sayamazdı. Cumhuriyette herkes eşitti. Bir kez daha, cumhuriyetin değerini anladı ve büyük lider Mustafa Kemal Atatürk’e ve özgürlük için çalışan sayısız kahramana şükran duydu. Ülkesine dönünce cumhuriyet için son nefesine kadar çalışacağına dair kendine söz verdi.

 

11.Gün Işığı

Bensu

Bileğine takılı akıllı saatinin alarm olarak vücuduna gönderdiği titreşimlerle uykusundan zorlukla uyandı Kemal. Gözlerini ovuşturarak uykulu bir şekilde esnerken dışarı baktığında, aydınlanmış günün ilk ışıklarının camdan içeri odasına doğru dolduğunu fark etti. ‘Gün ışığı ile uyanmak ne güzel’ diye düşünürken, okul için erkenden uyandığı günlerde normalde havanın henüz aydınlanmıyor olduğunu hatırladı, panikle akıllı saatine baktı. ‘Olamaz’ diye çığlık attı, yatağından fırladı.

            ‘Bu metrolar özellikle okula geç kaldığım günlerde mi böyle yavaş gider?’. Metro durağından okuluna doğru koşarken, dün akşam üç saatini vermesine rağmen tabletine bir cümle bile yazamadığı o kompozisyon konusunu düşünüyordu. Öğretmenine nasıl açıklayacaktı? Herhalde, konu hakkında hiçbir şey bilmediğini söyleyecekti, bile bile yalan söylemek, her şeyi açıklamaktan daha kolay gözüküyordu. 

            Sıra olmuş sınıf arkadaşlarına andımız töreninin son anlarında katıldı, dudaklarından o kutlu cümlenin fısıldanışı, en yakın arkadaşı Duru tarafından duyuldu: ‘Ne mutlu Türküm diyene!’.

            Sınıflarına doğru ilerlerken, Duru her zaman enerji dolu olan sesiyle dün katıldığı bando antrenmanını anlatıyordu: ‘Çok heyecan doluyum Kemal, düşünsene, sıranın en önünde ben yer alacağım, müzik öğretmeni çok iyi davul çaldığımı ve becerikli olduğumu söylüyor, belli mi olur belki konservatuvara giderim…’.

            Duru’nun anlattıkları, Kemal’in kulakları tarafından duyulsa da zihninin sözcükleri kavraması pek mümkün olmuyordu. İlk dersleri İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük’tü, Cumhuriyetimizin 110. yıl dönümü için kompozisyonlarını sunmaları gerekiyordu. Ödevi yapmayıp derste düşük aldığını duyunca teyzesinin tepkisi ne olacaktı? Anne babasını o korkunç depremde kaybetmesinin ardından 10 yıl geçmişti, bu on yıl içerisinde teyzesi ona tek aile olmuştu. Yedi yaşındayken yaşadığı depremden pek bir anı yoktu hafızasında, sanki o saatler hafızasından silinmişti. Yalnızca depremin olduğu gecenin akşamını hatırlıyordu. Annesiyle sömestir tatili için ilkokul öğretmeninin verdiği ödevleri yaptığı sırada, babası eve gelmişti. Elinde bir market poşeti vardı, içinde de küçük bir yoğurt ve çok sevdiği taze kavrulmuş Antakya kahvesi. ‘Semiha, inanabiliyor musun?’ diye fısıldamıştı babası, Kemal ödevini yaptığı için sesli konuşarak onun dikkatini dağıtmak istememişti belli ki. ‘Şuncacık poşet 80 TL tuttu.’ Gerçi şimdi bu hatırayı düşününce, belki de babası Kemal’in böyle akçeli dertlerden etkilenmesini istemiyordu, emin olmak zordu. Akşam yemeklerini yerken, babası Kemale 2. dönemin başlamasının çok yakın olduğunu hatırlatmıştı. Her ikinci sınıf öğrencisinin biraz da olsa hissettiği gibi, Kemal tatilin bitmesini istemiyor, okulda sıkıldığını söylüyordu. ‘Güzel oğlum’ demişti babası, ‘Okula gitmek ve derslerinde başarılı olmak seni geleceğe hazırlayacak. Yetişkin bir birey olduğunda, Ata’mızın kurduğu ülkemizi ileriye taşıyabilmek için iyi bir mesleğe sahip olmalısın. Üstelik, eğer bu dönem derslerine güzelce katılırsan, yaz tatilinde sana çok güzel bir bisiklet alacağım.’

            Bisikleti hiç olmamıştı, evi de olmamıştı uzun bir süre. Apartmandaki komşuları onu altında kaldığı enkazdan kurtardıktan sonra, yan apartmandan son anda kendini atan teyzesiyle aylarca çadırlarda kalmışlardı. Ancak haziran ayında, seçimlerden 1 ay sonra gerçek bir evleri olmuştu. Kimi kış geceleri, evine doğru yürürken hala kemiklerinde hatırlıyordu, Antakya baharını kampta geçirdiği sırada parmak uçlarını sızlatan gece ayazını. 

            Hatıralarındaki soğuk, sınıfının sıcacık havasıyla çakıştığında, daldığı anılardan ANİDEN SIYRILDI. Herkes tabletlerini açıp kompozisyonlarına tekrardan göz gezdirirken, onun yapabileceği tek şey kafasını tabletindeki boş sayfasına doğru daha çok eğmekti.

            İnkılap Tarihi dersi öğretmenleri sınıfa girdiğinde suratında kocaman bir gülümseme bulunuyordu. Kemal, öğretmenleri Sabiha’yı her zaman çok sevmişti. Bilgiyle ve öğretme hasretiyle dolup taşan, cumhuriyete ve ideallerine tutkulu bir insandı. 50 yaşında olmasına ve 10 yıl öncesine kadar Türkiye’nin yaşadığı tüm sorunlara bir yetişkin olarak tanıklık etmiş olmasına karşın, şu anda ülkemizin ne kadar kendini toparlamış olduğunu öğrencilerine göstermek onun için çok büyük bir mutluluk kaynağıydı. Her zaman şöyle derdi: ‘Çocuklar, ülkemizin kuruluşunun 99. yılında halkımızın aydın bireyleri olarak hepimiz çok endişeliydik… Atatürk’ün bize vermiş olduğu Cumhuriyet’imizi yeteri kadar koruyamadığımızı düşünüyor, ülkemizin uluslararası arenada saygınlığını adım adım kaybediyor olmasından kimi zaman utanç duyuyorduk. İnsanların alım gücü yoksulluk sınırının çok altına düşmüştü, okullardaki eğitimin kalitesi yıllarca uygulanan sığ politikalar sebebiyle yerle bir olmuştu. Halk mutsuzdu, gençler ülkeden kaçmanın bir yolunu arıyorlardı. Yolsuzluk bundan önce hiç görülmediği kadar yüksek seviyelerdeydi…’

            Kemal bu sözleri düşünürken, Duru kompozisyonunu okumayı bitirmişti bile. Sabiha öğretmen sınıfta gözlerini gösteriyor, Kemal’e göre ‘yeni kurbanlarını’ arıyordu. Elbette bu hissin altındayken, Sabiha öğretmenin gözüne çarpan ilk öğrenci de kendisi oldu. ‘Kemal, sen de yazdıklarını bizlerle paylaşmak ister misin?’ Kemal yavaşça ayağa kalktı: ‘Üzgünüm öğretmenim, ben bugün bir kompozisyon yazmadım.’ İşin aslı, yazamamıştı. Ona acı veren anılarla dolu bir yıldı, depremin getirdiği tüm felaketleri kalbinde hissediyordu. Sabiha hanım Kemal’i tanıyordu, ödevini bilinçli olarak yapmayacak bir öğrenci olmadığını da en iyi o biliyordu. Destekleyici bir gülümseme ile ona baktı: ‘Bir kompozisyon yazmamış olabilirsin ancak yine de bizimle düşüncelerini paylaşmanı isterim.’ Kemal’in yapacak bir şeyi kalmamıştı. Derin bir nefes aldı.

            ‘Türkiye Cumhuriyeti, yıkılması yüzyıllar sürmüş ve bu süreçte halkını çok yıpratmış bir imparatorluğun ardından Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ve halkımızın tüm çabalarıyla, laiklik ve devrimcilik ilkeleri üzerine kurulmuştu. Ancak, aynı Gençliğe Hitabe’de söylendiği gibi, cumhuriyetimizin 100. Senesine kadar ülkenin dahilinden çıkan iktidar sahipleri güçlerini kötüye kullandılar. Güçler ayrılığı, denetim ve denge mekanizmalarının kırılması en ağır şekilde halkımızı yaraladı. Ancak, 100. yıla kadar geçen son yirmi yılda, Türk halkı ona yapılanları gördü. Unutmadı. Bu noktada, Türk halkı biliyordu ki, seçmenlik ve verilecek oylar belki de en çok o sene anlam ifade ediyordu. Güneydoğu Anadolu’da yaşanan deprem, arkasından gelen sel, tüm ülkeyi felaketlerden korkmaya ve bu kötü durumu kabullenmeye değil, neden bundan önce önlem alınmadığını sorgulamaya itti.’ Kemal gözlerini masasına doğru indirdi, devam etti: ‘O depremde 50.000’in üstünde insan hayatını kaybetti, katlarcası yaralandı. Yine de biliyorlardı, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifeleri, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktı.’ 

            Gözlerini doğrudan öğretmenine doğru kaldırdı: ‘Söyleyeceklerim bu kadar öğretmenim, Cumhuriyet’in 100. yılında ülkemiz, Atatürk ilke ve inkılapları ışığında yeniden yapılandırıldı. Halk, muhtaç olduğu kudretin damarlarındaki asil kanda mevcut olduğunu gördüğü an, tam da o an, her şey değişti.’